Negüzel hediyeler alıyorum böyle...
22 Aralık 2010 Çarşamba
Bener, Atay & Özgüven
Fatih Özgüven' in Atay hikayelerindeki alaycı üslubu kendi yazım tarzına eklemlediğini en çok karakterlerin iç seslerindeki çözümlemelerden (veya ikilemlerden) anlayabiliriz. Tabii bu "sahibinin sesi" ciliğinin özü tee Vus'at O. Bener' e kadar dayandığı (mesela "Dost" veya "Istakoz" öyküleri) su götürmemektedir.
Yani bu ardalanan satırlar, Amerika' yı keşfettiğimden ötürü değil. Fakat Özgüven' in özellikle "Bir Şey Oldu" daki hikayelerinden "Kader Müziği" ile Atay' ın "Ne Evet Ne Hayır" ının bir modern uyarlaması sayılabilir (ki burada Ne Evet Ne Hayır' ın ne kadar geniş ya da devasa olduğunu da es geçmemek lazım)
Bu iki bağın evvelinde ise (Özgüven için Atay' ın referans olduğunu Fatih 'Hoca' yı bir kere okumuş birinin dahi anlayabildiği kesin.) Fakat, Atay ile Bener arasındaki bağ (henüz Buzul Çağının Vürüs'ü nü Atay' a ithaf ettiğine gelmedik) için Metis' ten çıkan Türk Öykücülüğünde 1950 Kuşağı yapıtına bakmak yeter; burada, bu jenerasyonun sonrasında gelenleri etkileyenler arasında, Taşra hikayeciliği yapan Bener ya da Bilge Karasu' nun ismini görmek de mümkün. Tabii işte sonradan gelenlerden kastın Atay gibi, yazarlar olduğunu da belirtmekte. ( bu arada ilginçtir ki, kitapta Bener' e ilişkin özel bir kısım vardır)
Bener' in yazılarının; öykülerinin ise genelde kendi kişisel birikimlerinden türediğini çok net görenlerden birisiyim. Öncelikle, Reyhan Tutumlu' nun "Yaşamasız Yazmak" kitabındaki dipnot ları ile, Bener eserlerini birleştirince ortaya çıkan bir çok motif bulunmakta. Mesela, kitapta verdiği bir röportaj da kendi gençlik yıllarından söz ederken "o dönemler Nazım' ın kitaplarını halının-döşemenin altında saklardık" diyişiyle, Buzul Çağının Virüsü' nde kahramanların Nazım Hikmet' in kitaplarını ahşap parkelerin arasında saklaması birbiriyle etkileşimlidir. vs vs .
Sonuç olarak, Özgüven hikayeciliğnideki Atay, Atay' ınkinde de Bener olduğu gerçeği, benim çok farklı ve bilinçsiz zamanlarda bu üç ismi sevmemle birleşince çok güzel oluyor /keyfim yerine geliyor.
Yani bu ardalanan satırlar, Amerika' yı keşfettiğimden ötürü değil. Fakat Özgüven' in özellikle "Bir Şey Oldu" daki hikayelerinden "Kader Müziği" ile Atay' ın "Ne Evet Ne Hayır" ının bir modern uyarlaması sayılabilir (ki burada Ne Evet Ne Hayır' ın ne kadar geniş ya da devasa olduğunu da es geçmemek lazım)
Bu iki bağın evvelinde ise (Özgüven için Atay' ın referans olduğunu Fatih 'Hoca' yı bir kere okumuş birinin dahi anlayabildiği kesin.) Fakat, Atay ile Bener arasındaki bağ (henüz Buzul Çağının Vürüs'ü nü Atay' a ithaf ettiğine gelmedik) için Metis' ten çıkan Türk Öykücülüğünde 1950 Kuşağı yapıtına bakmak yeter; burada, bu jenerasyonun sonrasında gelenleri etkileyenler arasında, Taşra hikayeciliği yapan Bener ya da Bilge Karasu' nun ismini görmek de mümkün. Tabii işte sonradan gelenlerden kastın Atay gibi, yazarlar olduğunu da belirtmekte. ( bu arada ilginçtir ki, kitapta Bener' e ilişkin özel bir kısım vardır)
Bener' in yazılarının; öykülerinin ise genelde kendi kişisel birikimlerinden türediğini çok net görenlerden birisiyim. Öncelikle, Reyhan Tutumlu' nun "Yaşamasız Yazmak" kitabındaki dipnot ları ile, Bener eserlerini birleştirince ortaya çıkan bir çok motif bulunmakta. Mesela, kitapta verdiği bir röportaj da kendi gençlik yıllarından söz ederken "o dönemler Nazım' ın kitaplarını halının-döşemenin altında saklardık" diyişiyle, Buzul Çağının Virüsü' nde kahramanların Nazım Hikmet' in kitaplarını ahşap parkelerin arasında saklaması birbiriyle etkileşimlidir. vs vs .
Sonuç olarak, Özgüven hikayeciliğnideki Atay, Atay' ınkinde de Bener olduğu gerçeği, benim çok farklı ve bilinçsiz zamanlarda bu üç ismi sevmemle birleşince çok güzel oluyor /keyfim yerine geliyor.
16 Aralık 2010 Perşembe
Hazır "serdarcharliebrown" Gitmişken
Ulan adam resmen askere gitti. Vatani görev filan. Her neyse, odamda manasız manasız tek kişilik olmanın mutluluğunu yaşıyordum ki aklıma geldi, Serdar yokken, Serdar'ca bir şeyler yazmak istiyorum;
"bazı insanlar ya gerçekten lüzumsuz, ya da gerçekten yapacak çok lüzumsuz bi sürü şey var"
gibi demeçler.
herneyse, serdar yokken "kafa açmak" gerek. 45'ten geriye. gelirsin...
"bazı insanlar ya gerçekten lüzumsuz, ya da gerçekten yapacak çok lüzumsuz bi sürü şey var"
gibi demeçler.
herneyse, serdar yokken "kafa açmak" gerek. 45'ten geriye. gelirsin...
13 Aralık 2010 Pazartesi
Tanışmamız Bittiğinden Bu Yana Hayko Cepkin…
2005’ in sonlarında Rec Dergisi’ne verdiği demeçte “Ermeni İlahileri” albümü yapmayı planladığını söyleyen adamdan, 2007’de Hrant Dink’in anılışına “kimliğim reklam olacak, beni medyanın gözüne sokacaklar” diyerek gitmeyen bir 2010 sahne agresifine…
Bundan bir kaç ay evvel, İngiliz müziğinin muzip, biraz egosantrik ve (artık) huysuz tavırlarıyla bilinen en ünlü söz yazarı ve vokalistlerinden, 80'lerin kült grubu The Smiths' in solisti Morrissey, solo devam ettiği kariyerindeki bir performansı sırasında kafasına bir bira şişesi yedi. Bu olayı çoğunluğun bilmesini ya da normal karşılamasını beklemiyorum ki fazla mesele etmek için bir sebebimiz de yoktu; çoğumuz için daha önemli mevzuular vardı. Fakat Hayko' nun, geçen ay verdiği bir İzmir konserinde çekilen bir videoda, normal giden görüntülerde bir anda hareketlenip önündeki seyircilerden birine yumruk atması olayının bizim "aramızda" kafa yormamız gereken bir hadise olduğunu düşünüyorum.
“Suratın iğrenç kimlerden söyle yüz buldun? /Vücudun kireç söyle böyle mi pak oldun?” ya da “Her şey dün gibi inan gelir geçer /Bilemezsek kıymetini, hayat bizi içer(siker)” sözlerinin sahibi Cepkin’ in bu dönemde değişime uğrayan hayran kitlesine dair, tam da altına imzasını attığı sözlere tekabül edecek bir demeci var. Rolling Stone dergisinin 2007 Aralık sayısında; “İlk albüm zamanındaki konserlerde yaş sınırı vardı, ikinci albümle beraber 18 yaş altı konser yapmaya başladım.” diyor ve “Onlar daha adrenalin istiyorlar, kudurmak istiyorlar, deşarj olmak istiyorlar. Bizim yaptığımız da bu.” diyerek de bitiriyor. Ve belki de yapıtlarının yoruma açık, düşündürücü oluşu da burada başlıyor.
Aslına bakarsanız ilginç olan öncelikle “kudurmak isteyen” seyirciyi arayan bir müzisyen değildir. Bana kalırsa bunun uygulama alanı kitle, uyumsuz tavırlarını Hayko Cepkin fanı olarak değil de başka bir isimle de sembolize edebilecekken, bu alanda öne çıkanın Hayko Cepkin olması, kendini endüstriyel Türk müziğinde bu kitlenin protagonisti olarak belirlemesinden geçiyor. Çünkü bahsettiğim bu kitle, aynı zamanda kolay betimlenebilecek; yaş grubunun belirginliğinden çok, kendini bir çeşit geçiş döneminde bulup, bu geçişte kimlik bunalımı ve bununla gelen deformasyonlara oldukça meyilli bir kitledir.
İşte tam burada aklımıza gelmesi gereken insanlardan birisi Hayko’ya yakın bir kitleyi simgeleyen Sagopa Kajmer’dir. En azından; birkaç ay evvel televizyonda çizdiği Müslüman imajın bağlayıcılığını da bugün en az Hayko Cepkin’in agresif imajı kadar sorgulamamız gerekmektedir. Ki nedense iki müzisyenin arasındaki tür farklılığı, kitlesel benzerliğin ayrımında pek de işimizi görmemektedir. Hayko Cepkin ve Sagopa Kajmer’in dinleyicilerinden çoğu birbirinin takipçisi, dirsek temasçısı… Ve yine nereden bakarsak iki müzisyenin de televizyonda söyledikleri, dergilere yaptığı konuşmalar çoğu zaman öncekilerle çelişkide. Ve en önemlisi de kulaklarımı sabitleyip dinlediğim (Kolera’nın “O cazlar bluzlar beni bitiriyor, o sololar falan…” dediğinde, Kajmer’ in, bu röportajdan 2-3 ay evvel Beyaz Show’da Metallica sololarını öve öve bitiren o değilmişçesine hanımına onay vermesi…) Kajmer’ in “Benim Unkapanı’ndaki kasetçi dükkânı” diye başlayıp “La ilahe illallah…” diye biten demeçleri gibi, Cepkin’in videodaki (yumruktan sonraki) tavrı aslında röportajlarında bahsettiği deşarjı yaşayıp, bunu açıklarken kullandığı “Orada benim kitleme bir saygısızlık vardı” demecinin en bağlayıcılığı kendi fanlarına değil de, fanları dışında kalan bir kitleyedir. Ya da belki de fanların bir nevi doğruyu görmek istemeden, görmeden onları affetmesi, zaten onların Türk endüstriyel müziğindeki yerini sağlamlaştırarak birer nefer haline getirmiştir. Üstelik ikisinin de hamlelerindeki ya da demeçlerindeki tutarsızlıklar gözetilmeden, bunlara her zaman müsamaha gösterilebilir. Ve belki de medyanın Hayko Cepkin yandaşlığının yüksek müzik dinleyicisi olarak tezahür eden bir özgüvenden geldiğini görmek için sanırım öncelikle Hayko Cepkin' in çıktığı festivallere, yani daha 'sofistike' bir kitleye de kulak vermemiz gerekiyor. Sonisphere'de çıktığı için dahi kendi tarzının dinleyicisi tarafından aforoz edilen Cepkin, yine 2008’deki Unirock Fest’te şarkısı çalındığı anda yuhalanmıştı ve dışlanmıştı.
Ve yazının başında belirttiğim Morrissey vakasının ayrıntısı ve Türkiye deki “şubeleriyle” ilgili yazılması gerekenlerin sırasıdır… Bir kitleye hitap etmek, bir kitlenin sevdiği olmak ile kitlenin dışında kalanlarla “öz”den bir bağ kurmak arasında Türkiye’ deki en önemli şahıslardan olarak gördüğüm Mor ve Ötesi’nin solisti Harun Tekin, Zakkum’un solisti Yusuf Demirkol ve Sakin’in solisti Onur Özdemir mevzuu bahis Hayko Cepkin videosundaki durumun mebzul miktarda benzeri olacak sözlü saldırılara maruz kalmıştırlar. Onlardır ki yeri geldiğinde seksüel kimlikleri aleni bir üslupla sorgulamış, yeri geldiğinde politik düşünceleriyle ilgili ötekileştirilmiştir fakat bugüne kadar hiçbir şekilde fiziksel şiddet ve arkasından “tutarsız duruşlara rağmen” özgüveni tavan yaptıran sözler sarf ettikleri işitilmemiştir. Aynı Morrissey’ in sahnede kafasına bira geldikten sonra “iyi geceler” diyerek sahneden ayrılması gibi.
(mevzu bahis video: http://www.vidivodo.com/468270/hayko-cepkin-yumruk-olayi )
4 Aralık 2010 Cumartesi
Jiri Menzel #1
Fransız Yeni Dalgası, Rohmer falan iyi de; bir de Çek Yeni Dalgası var... Menzel' de onların bir üyesi. Diğer bir isim de Milos Forman... Ama gariptir Jan Svankmajer' in ismi pek geçmiyor... Menzel' in Bohumi Hrabal' ın kitaplarından uyarladığı iki film var ve de aslında ikisi de birbirine çok benzemekte. Birisi I Served King of England, diğeri ise Closely Watched Trains... Hem isimleri güzel hem kendileri. Resim de Closely Watched Trains' den. En sevdiğim yönetmenlerden birisi Menzel...
foto: korkmayın her siyah beyaz film sıkıcı değildir.
21 Kasım 2010 Pazar
Vus' at O. Bener #1
"Kapkara sıkılmak"
<< Sonra sıkılırdı, çok sıkılırdı, kapkara sıkılırdı, çok içerdi, bol bol tabanca sıkardı beynine! Tatlı bir deli olmalı. İlerde kimbilir belki ben de deli olurum.>>
*(Vus' at O. Bener, Biraz da ağla Descartes.)
<< Sonra sıkılırdı, çok sıkılırdı, kapkara sıkılırdı, çok içerdi, bol bol tabanca sıkardı beynine! Tatlı bir deli olmalı. İlerde kimbilir belki ben de deli olurum.>>
*(Vus' at O. Bener, Biraz da ağla Descartes.)
18 Kasım 2010 Perşembe
Hüseyin Çağlayan/ Hussein Chalayan
Adını ilkin en sevdiğim oyunculardan birisi olan Tilda Swinton' u kendi kısa filmlerinde/video art' larında oynattığında duymuştum. Hatta nasıl duyduğumu da söyleyim, NTV'de 2007' nin Oscar Töreni evvelinde Tuğrul Eryılmaz Michael Clayton ile alakalı "Tilda Swinton' un da şansı var, kendisini Hüseyin Çağlayan' ın çalışmalarından da biliyoruz" gibisinden bir şeyler söylemişti de araştırmıştım. Modacıymış vesaire...
Sonra bu sene ne tesadüftür ki ben tam Tom Ford' un a Single Man' ini izlemiş ve "moda ve sinema yanyana gelirse estetiğin kriteri değişir mi?" sorusuyla haşır neşirken geldi Çağlayan' ın sergisi.
(bir dipnot: Aslında İstanbul Modern' in yolunu tuttuğumda aylardan ağustostu ama ev bu kadar sıcak değildi. Daha doğrusu en azından biz evi ısıtmak için değil soğutmak için uğraşıyorduk)
Hüseyin Çağlayan' ın sergisini çok beğenmiştim çünkü kesinlikle bir mantığı olan, sadece enstalasyon fikriyatını görüntüye ve objelere yansıtan değil; günümüz toplumunun (prozac nationdan söz etmiyorum) konfor algısına çeşitli noktalardan yaklaşan bir moda hadisesiydi... ki, içeri girdiğinizde sizi önce ekili günahlar sonra topraktan bir elbise karşılıyor; çıkarken ise, uçağı imgeleyen bir kostümle veda ediyordunuz. Belki de mesaj günümüzde metropollerin yerden yüksekliğiyle ve insanların konfor aramak için kökten göklere doğru bir geçişe yöneldiğinin habercisi rolündeydi. Kim bilebilir ki? Hıı zaafları yok muydu? Oralara da dokundurulabilinir mesela yapılan video artların birisi kıbrıs sorununa ilişkindi. Fakat bence olayın fazla dışında, çok uzağından bakan bir filmdi. Yalnız benim gözüme batmadı bu tip şeyler çünkü, genelde içeride işleri seyrederken "yahu bunlar benim aklıma gelmez herhalde" hezeyanı içerisindeydim. Hakkaten de öyle, sıradan bir Sinema öğrencisi olsanız olacak iş değil... Size bu imkan verilecek gibi değil.
Neyse 6-7 tane kısa film, bir çok kostüm ve defile... 2 kere 1-1.5 saatlik ziyaretlerim sonunda hiç unutamadığım bi hadise olmuştu bu enstalasyon olayı. Tabii sebebi de basit içeriye "moda hadisesi, kadınlar filan" diye girip içeriden etkilenerek çıktım.
Fotoğrafa gelirsem, aslında Björk' ün kıyafetlerini de yapıyormuş Çağlayan ama bulamadım nette bu da İstanbul Modern' den bir çalışması.
Fatih Özgüven #1
Tabii bu blogdaki ilk Fatih Özgüven yazım olduğu için baştan söyleyeyim, en son kitabı Hep Yazmak İsteyenlerin Hikayesi oldukça güzel bir öykü kitabıdır. Hele ki Cumartesi öyküsünü oldukça beğenmişimdir...
Neyse; aylardır bilgisayar başında İnterneti bitirip sıkıldığımda yaptığım bir ritüel vardır, bunu sizinle paylaşmak istiyorum. Hemen kendime getiriyor beni doğrusu...
<<...Sinemaya öpüşmek ve ötesi için gelenleri çok severim. Kış aylarında genellikle ilk gösterimlerde, ikinci ya da üçüncü haftasına girmiş bir filmde ve en arkada otururlar ve film başlayıncaya kadar salona girenleri kollarlar; tuhaf film meraklısı, okulu kırmış aksiyon filmi oğlanları, sanat filmine gelmiş ikili hanımlar, işgüzar film eleştirmeni- oh, bitti..>>
Neyse; aylardır bilgisayar başında İnterneti bitirip sıkıldığımda yaptığım bir ritüel vardır, bunu sizinle paylaşmak istiyorum. Hemen kendime getiriyor beni doğrusu...
<<...Sinemaya öpüşmek ve ötesi için gelenleri çok severim. Kış aylarında genellikle ilk gösterimlerde, ikinci ya da üçüncü haftasına girmiş bir filmde ve en arkada otururlar ve film başlayıncaya kadar salona girenleri kollarlar; tuhaf film meraklısı, okulu kırmış aksiyon filmi oğlanları, sanat filmine gelmiş ikili hanımlar, işgüzar film eleştirmeni- oh, bitti..>>
Büyük Ev Ablukada
Evet bir Turgut Uyar şiiri ve Alican Tezer' li, Bartu Küçükçağlayan' lı Okan Kaya' lı bir Cihangir grubu. Cihangir dememin sebebi var...
Bundan bir kaç hafta evvel Tophane' de bir evde, Çıplak Ayaklar Sanatevi' nde (gerçekten mekanın ünvanını hatırlayamadım) gizlicene, kendi çevrelerince bir konser yaptılar. İçeride Okan Yalabık, Onur Ünsal hatta Cem Yılmaz dahi vardı; tabii bunun dışında başka, bir sınıfın mensubu olduğunu gösterebilen bir sürü insan da yok değildi. Şöyle bir düşününce; olan bitenin gerçekten bireyin ekonomik özgürlüğünden kaynaklanabileceğini düşündüm ilkin. Düşünsenize; sahneye çıkan elemanların hepsinin zaten hayatlarını idame ettirebilmek için yaptıkları bir iş vardı. Kaldı ki bunun dışında, bu konser ne paralıydı; ne de yapılan müziğin bir "açılma ya da genişleme" kaygısı-tasası vardı. Bunu sahnenin önünden ben çok net hissettim. Olan biten tamamen müzikal bir aktiviteydi ve kafamızı karıştırmaya mahal verecek o tüm 2000'ler sıkıntısı Peyote' nin orta katındaki vokalistlerin sırtında yük idi.
Peki ya ben bunu neyle mukayese ediyorum?
İstanbul' da, bağımsız müzik sahnesi adına sahiplenilmek zorunda hissedilen bir kaç imaj sözkonusu gördüğüm... Biraz Anadoluluk (burda kendime bir not düşüp afilifilintalar.com' daki apartman çocuğu ulusalcılığı mevzuuna geri döneceğimi salık veriyorum) biraz sokağın bağrından kopmacılık ve tabii en sinir olduğum olarak Kadıköy müritinden merkeze uzak olma bilinci yaratmaya çalışmak. İşte bu saydığım parametreleri hissettiğimde çoğu zaman karşımdaki topluluğu sorgulamak zorunda kalıyorum açıkcası. İsim vermek de pek istemiyorum, ama Kadıköy müziği diyince zaten bu işi irdeleyebilen insanların gözünde bir şeyler imgelendiğinin de farkındayım doğrusu...
Bir de bunların dışında; ekonomik hürriyetini kendi mesuliyetine almamış fakat ailevi olarak mezkur bir ekonomik statüye sahip olan insanların "icra ettikleri" müzikler var ki, ben onlara "Mac' im var müziği" diyorum ve genelde komik buluyorum.
Her neyse, ardalanan diğer satırlarda belirttiğim şeylerden yola çıkıp, Cihangirlilik deneyimini insanlara gayet sıradan ve gündelik hayatlarının bir parçası olarak veren Büyük Ev Ablukada' yı (speyşıl tenks canavarbanavar) ben çoğu İstanbul grubundan samimi ve doğru işlerin peşinde görmekteyim. Ve mesela sahnenin karşısında onlara baktığımda sahneye çıktıklarında müzisyen olmanın zorunluluğunu hissettirip, işin bir boyutunun eğlence olduğunu bana ve TOLGA BEY e hissettiren zihniyetlerinden ötürü de oldukça müteşekkirim.
(Bunu da nasıl hissettik söyleyeyim Tolga da ben de birbirimize baktık ve "abi bartu yaaa" diyebildik mesela...)
Neyse İyi bayrams...
www.myspace.com/olmadikacariz
Eğer Wes Anderson Filmlerinin Hepsini İzlediyseniz #1
Bunny and The Bull (2009)-Paul King
Hangi festival olduğunu unutmuş olsam da bir festivalde izlemiştim kendisini. İngliz sinemasına dair insanlar pek konuşmazlar, Hitchcock ve Boyle dışında pek bileni de olmaz ama yenilerde masal anlatma havasına bürünen ve ekonomik olarak hallice destekli bir sinema ve bağımsız filmlere kafaları dayamış durumdalar... Bu bağımsız sektöründe de İngliz olarak sadece Shane Meadows var sanmayın, Andre Arnold (Fish Tank) Martin McDonagh (In Bruges) Garth Jennings (Son of Rambow, The Hitchhikers Guide to the Galaxy) ya da Bowie' nin oğlu Sam Jones' u da es geçmeyin derim.
Bu filme de gelirsem, Bunny and the Bull o kadar net bir film ki; "Michel Gondry kadrajındaki Wes Anderson karakterlerini yakalayablirsiniz" desem dahi yeter. Ve çok da güzel bir hikayeye sahip bence. Şöyle ki; filmin başlangıcında Stephen' in sosyopat bir evkuşu olduğunu görüyoruz (nedense evin sokaktan görüntüsü aklıma Stuart Little' daki evi getirdi) ve ilerleyen dakikalarda ise olayalara metafiziki flashback'ler yardımıyla dahil olup hem Stephen' in neden sosyopat olduğunu hem de var olan diğer takıntılarını görüyor... Rüya gibi dekorlar, harika ışıklar ve cıvıl cıvıl karakterler...
I Served King of England (2006)
Hayatımda gerçekten etkilendiğim, günlük rutinim devam ederken anımsadığım film sayısı çok azdır. Bu filmi o kadar çok seviyorum ki. Başka da sinematik masal izlemeye gerek duymuyorum.
17 Kasım 2010 Çarşamba
Murat Uyurkulak ve Altyazı' nın 100. Sayısı
Malumunuz Altyazı' nın yüzüncü sayısı çıkmış bulunmakta... Başlardaki Nuri Bilge Ceylan fotoğrafından tutun Sir Fatih Özgüven' in açtığı fotoğraf arşivine kadar bir çok şey bakarken beni oldukça sevindirdi doğrusu. Fakat başka bir şey daha var;
Murat Uyurkulak, Tol ve Har dolayısıyla oldukça sevdiğim bir yazardır. Yusuf Atılgan cümlelerini/parametrelerini kullanışı vesaire beni mutlu eder... Ve bi de en çok kitaplarındaki sert, tekme tokat dalarcasına yazım tarzı hep kendimleyken çok hissettiğim agresifliğime yapılan bir gidermiş gibi gelir.
E haliyle Bay Uyurkulak' da bir yazı yazmış Altyazı için ve Sam Peckinpah' ı izleyişinin nasıl olduğundan filan söz etmiş. Peckinpah, Spagetti Western denen mevzuunun babasıdır, ve filmleri de aynı şekilde yüksek dozda agresifliği barındırır, yazıyı okur okumaz sevdiğim arkadaşım Çetin' i aradım ve bir kaç kere "abi" dedikten sonra bu anekdot'ları onunla paylaştım, o güldü ben güldüm. "iyiymiş" dedik kapattık telefonu.
Bir kaç gündür hayatımdaki en büyük heyecandı bu.
Murat Uyurkulak, Tol ve Har dolayısıyla oldukça sevdiğim bir yazardır. Yusuf Atılgan cümlelerini/parametrelerini kullanışı vesaire beni mutlu eder... Ve bi de en çok kitaplarındaki sert, tekme tokat dalarcasına yazım tarzı hep kendimleyken çok hissettiğim agresifliğime yapılan bir gidermiş gibi gelir.
E haliyle Bay Uyurkulak' da bir yazı yazmış Altyazı için ve Sam Peckinpah' ı izleyişinin nasıl olduğundan filan söz etmiş. Peckinpah, Spagetti Western denen mevzuunun babasıdır, ve filmleri de aynı şekilde yüksek dozda agresifliği barındırır, yazıyı okur okumaz sevdiğim arkadaşım Çetin' i aradım ve bir kaç kere "abi" dedikten sonra bu anekdot'ları onunla paylaştım, o güldü ben güldüm. "iyiymiş" dedik kapattık telefonu.
Bir kaç gündür hayatımdaki en büyük heyecandı bu.
Emile Ajar / Romain Gary
<<İnsanoğlu düş kurmaya başladığından bu yana, o kadar çok imdat çağrısı yapıldı, denize o kadar çok şişe atıldı ki, denizi hala görebilmek, denizin yerinde bir şişe yığını görmemek insanı şaşırtıyor>>
Biletiniz Buraya Kadar'dan...
Bence benim jenerasyonumun ve 2000'ler entelektüellerinin en büyük şanssızlığı, kitaplarla haşır neşir olmaya başlama evresinde Emile Ajar ya da Romain Gary değil de JD Salinger' le başlamasıdır.
Gary' nin Biyografisine baktığımda ve kitaplarını mukayese ettiğimde öncelikle aklıma Vus' at Ö. Bener geliyor. Gary, Litvanya asıllı; daha sonra Fransa' ya göç eden bi ailenin çocuğu ve '40larda Fransa ile savaşa da katılmış. Geleyim başından beri 'Ajar ya da Gary' dememdeki sebebe; kendisinin Gerçek adı Romain Gary' dir fakat Emile Ajar ismiyle de romanlar yazmıştır. Mesela aynı zamanda benim ilk okuduğum kitabı olan Onca Yoksulluk Varken...
Onca Yoksulluk Varken, Ajar' ın aslında Salinger üslubuyla yazdığı (bunu Wes Anderson' daki Salinger dozuyla eşleştirebiliriz) roman; Cezayir asırlı bir fahişe çocuğunun, onun gibi yetim kalmış fahişe çocuklarına bakan Madam Rosa ile arasında geçenleri anlatıyor. Çocuğun başından geçen, bir anneye duyulan özlemin ele alındığı baş kısımlardaki seçilen imgelemeler de oldukça kuvvetli ve esprilidir ayrıca. Bir açıdan başlangıçtaki protagonist karaktere eklemlenen diğer karakterleri tanıdığımız kısımlar da yine Jeunet' in Amelie' sini aklıma getirmiştir açıkcası...
Öbür taraftan, Romain Gary' nin yazdığı kitapların hiç birinin baskısı bulunmamakta. Olayın Türkiye' deki müsebbbibi Can Yayınları' dır. Benim kadar şanslıysanız buluyorsunuz ben diğer kitaplarını da buldum, mesela Biletiniz Buraya Kadar...
Aslında Biletiniz Buraya Kadar' ı sevmemin sebebi özünde içerisinde barındırdığı veciz sözlerden geçiyor. Çünkü bence kitap konteks itibariyle çok da derdi olan bir yapıt değil. Ama yine Salinger karakterleri kendini gösteriyor; bir anda sadece her şeyi yapabilen karakterler vesaire. Mesela 68 yaşında sörf yapan multimilyoner.
Öteki kitaplarına geçersem, Romain Gary' nin Cennetin Kökleri kitabı da oldukça ilginç. Kitap aslında Onca Yoksulluk Varken' de olduğu gibi bireyin kimliğini arayışına ve sorgulamasına dayanmakta, Alman toplama kampındaki Morel' in Afrikadaki fillerin özgürlüğüne ve onu öldürenlere karşı cephe alışı ve filler için baş koyduğu yoldaki aldığı ilhama falan dayanmaktadır. Ama bunu yaparken yine insanı tebessüm ettirecek bir güven ya da bir sarı tonu vardır ki kitabın aldığı bir form olmadığı için ya da başka bir deyişle ucu açık olduğu için her türlü iyiye çekilebilinir. Tebessümlere geri döneyim, normal ki, Afrika' nın 'dünyanın hayvanat bahçesi' oluşu olayları oldukça güzel bir düzleme sokuyor. Morel' in aldığı kararların harflere tezahür edişi de. Ki Gary bu kitabıyla Goncourt Ödülü almıştır.
Evet, son olarak Goncourt Ödülüne ve fotoğrafa değinmem gerekirse, ödül Fransız yazarları arasında verilirmiş. Fakat olayı ilginç yapan, bu ödülü herkes bir kez alma hakkına sahip olmasıdır. Çünkü, Gary bu ödülü hem gerçek adıyla (1956 da Cennetin Kökleri ile) hem de Emile Ajar adıyla (1965 de Onca Yoksulluk Varken ile) almıştır ve Fransız yazarlar arasında bir tartışmaya yol açmıştır. Fotoğraf ise Gary ve eşi aktrist Seberg...
Barış Bıçakçı #1
"...Gerçek daima biraz hüzünlüdür. Gerçeği ararken bir yandan da bulduğumuz anda değiştirmeyi düşleriz. Çünkü aynı zamanda gerçek daima biraz utanç vericidir.
Utanç bizi ikiye böler. İkiye bölünmenin en dayanılmaz yanı, iki parçanın da hala canlı olmasıdır. İnsan herhalde bu yüzden kendini öldürmeye kalkışır. İkisinden biri gitsin, der..."
*Barış Bıçakçı, Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra.
Barış Bıçakçı' nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz' in ardından en sevdiğim kitabıdır bu; bir aileyi bir kaç sayfada bir öykü olacak şekilde anlatmaktadır. Neden bilmiyorum ama bu kısmından okurken çok etkilenmiştim. Kendimle alakalı mı bilmiyorum.
Utanç bizi ikiye böler. İkiye bölünmenin en dayanılmaz yanı, iki parçanın da hala canlı olmasıdır. İnsan herhalde bu yüzden kendini öldürmeye kalkışır. İkisinden biri gitsin, der..."
*Barış Bıçakçı, Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra.
Barış Bıçakçı' nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz' in ardından en sevdiğim kitabıdır bu; bir aileyi bir kaç sayfada bir öykü olacak şekilde anlatmaktadır. Neden bilmiyorum ama bu kısmından okurken çok etkilenmiştim. Kendimle alakalı mı bilmiyorum.
vensıtartingdıblog
Uzun vakitlerdir yazmak istediğim bir blogdu bu. Daha evvelkileri kapattığımı da düşünürsek benim için vakit bayağı uzadı. Ne desem bilmiyorum galiba sıkıldığım için olmuyordu. Blogun ismi L. Cohen' in The Future şarkısındaki bir kısımdan aklıma gelen bir şey; Mark Chapman, John Lennon' un yaşamına son veren hayranıdır ya, ve bir de The Catcher in the Rye Sendromu diye bir şey var hani... Bunları toplayınca böyle bir şeyler yapmaya kalktım. Kullanıcı adım da, Bilge Karasu' nun Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı' ndan geliyor; mitolojik manaları da varmış ama onlarla pek alakadar olduğumu söyleyemeyeceğim.
Peki ya John Lennon' u seviyor muyum?
zamanla anlayacağım.
Peki ya John Lennon' u seviyor muyum?
zamanla anlayacağım.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)